ARTURO Uİ’NİN ÖNLENEBİLİR TIRMANIŞI YA DA KEDİDİR KEDİ
Bu sezon TiyatroAdam Brecht’in "Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı" oyununu oynuyor, ben de manidar bir
zamanlamayla yerel seçimlerden bir gece önce oyunu izleyebildim.
Brecht’in 1941 yılında yazdığı
oyun Arturo Ui isimli gangsterin tırmanış hikâyesinden yola çıkarak Hitler’in
iktidara nasıl geldiğini anlatıyor, dolayısıyla aslında oyunun geçtiği zaman
1930’lar. Fakat her ne kadar geçen seksen küsur yıl içinde insanlık ve siyaset
büyük değişimler yaşamış olsa da aslında iktidara giden yolun pek de
değişmediğini görmek mümkün.
Dürüst bir politikacı olarak
tanınan Dogsborough’a rüşvet olarak verilen, zorbalıkla ele geçirilmiş bir
şirket, bu şirket üzerinden yürütülen yolsuzluklar, bu yolsuzlukları kullanarak
güçlenen bir gangster hikâyenin nereye gideceğinin izlerini veriyor. Sonrasında yolsuzlukları
ört bas etmek için kurulmuş politikacı, sermaye ve hukuk ittifakları, medya
üzerindeki baskılar, mafyanın mafya olduğu gerçeğinin usta bir retorikle
örtülmesi, suç örgütlerine saygınlık kazandırılırken adaletsizliğe karşı çıkan halka
“orantısız güç” kullanılması ve sadece yoldan geçenlerin çoktan seçmeli suç
örgütlerine kayıtlarının yapılması… Bilmediğimiz bir şey yok, tersine sadece son
bir yılda yaşananlarla elimizde bundan fazlası birikti. Dolayısıyla oyunu
herhangi bir iktidarın tırmanışı, herhangi bir ülke, herhangi bir zaman
algısıyla ya da Brecht’in anlattığı gibi Hitler’in temsilinde bir diktatörün
tırmanışı olarak izlemek mümkün değil. Hiç zorlanmadan oyunda geçen tüm hikâyeyi
sanki tam da memleketin üzerine dikilmiş gibi cuk diye oturtup izliyoruz. Durum
böyle olunca oyunun düşündürdükleri de sahnede anlatılan ile burada yaşananların
çarpıştırılmasından çıkıyor.
Açıkçası oyundan ilk çıktığımda
kafamda birkaç soru vardı. Birincisi iktidarı ele geçirme yöntemi yaşadığımız
dönem itibariyle sadece kaba kuvvete indirgenebilir mi? Oyundaki kaba kuvvet,
aylardır yaşadığımız polis şiddetinden farklı olarak halk üzerinde bir
kırılmaya, konumunu değiştirmeye ve korkuya neden oluyor, iktidar safına
çekilmeye çalışılan halk üzerinde doğrudan bir baskıya işaret ediyor. Bu
aslında tam da bir diktatörün varoluşunu anlatıyor ama halen naif kalabilen ve “diktatörü”
terminolojide geçtiği haliyle kabul eden sosyalist çevrelerin aksine artık
sokakta mevcut iktidar lideri de diktatör olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla bu
okumada şiddetin (silahlı kaba kuvvet) varlığı ve etkileri bizim yakın pratiklerimizden
başka bir yere oturuyor. Kendi tarihimiz üzerinden bakarsak aslında mevcut
iktidarın ortaya çıkışı halkın sokakta gövde gösterisi yapan tanklara yani bir
devlet şiddetine tepki olarak güçlenmiştir demek yanlış olmaz herhalde.
İktidarın her fırsatta 28 Şubat mağduriyetini kullanması da bunun en büyük kanıtlarından
biri. İktidarın şu anda polis yoluyla her sokağa çıkana uyguladığı gazlı,
tomalı, gözaltına aldığında sopalı dayaklı şiddet ise şiddete maruz kalanların
iktidar safına geçmesinden ziyade kendi tarafında kalıp öfkenin artmasına neden
oluyor. Daha açık söylemek gerekirse iktidar tarafı ve diğerleri ayrımında,
diğerleri devlet şiddetinden payı alan kesim oldular ve devlet şiddetine maruz
kaldıkça da “diğeri olma” halleri güçlendi. Dolayısıyla devlet ya da diğer
güçlerin devlet desteğiyle uyguladığı şiddet iktidarın nedeni değil ama
sürekliliğinin teminatı, meşrulaştırıcısı oldu. Ali İsmail Korkmaz’ı sokak ortasında
öldüren sopalı milisleri ve sonrasında “arkadaşları yapmıştır” açıklamalarını
hatırlayalım. Ekmek almaya giderken polisin öldürdüğü Berkin elvan’ın terörist
ilan edilmesini ve annesinin meydanlarda yuhalatılmasını hatırlayalım. Söylevlere
göre polis hiçbir zaman “nedensiz yere” güç kullanmadı, çapulcular yaktı yıktı,
camiye ayakkabıyla girdi, Kabataş’ta genç bir anneye saldırdı ve polise müdahaleden
başka şans bırakmadı. Zaman tünelinde yolculuğa çıkmadan bugün YSK önünde seçim
sonuçlarına itiraz için toplanan halka tomalı saldırı ve üstüne Melih Gökçek’ten
gelen açıklamalar bile bu durumun nasıl kullanıldığını gösteriyor. Yeni
algımızın diktatörü de silah kullanıyor ama kendi tarafına çekmek için değil
safları sıklaştırmak, köşeleri keskinleştirmek için.
Diğer yandan da bu ilk soruyu
sorduran şey biraz da içinde bulunduğumuz, dört yanı komplo teorileriyle
örülmüş ve kimin kimin yanında, arkasında ya da önünde olduğunu kestirmekte zorlandığımız
siyasi zemin. Rantın anahtar kelime olduğu etiğin bir kenara bırakıldığı bu
zeminde zaten artık hiçbir gücün çetelerden uzak ya da kopuk olduğunu düşünemiyoruz.
Medya, sermaye, politika, hukuk, devlet, derin devlet, cemaat, asker ve sürekli
değişen dış mihrakların işin içinde olduğu ve çok yalın haliyle hiçbirinin de
temiz olmadığı bir sistem her şeye rağmen yıkılmadan ayakta kalabilirken suç
sadece Arturo Ui’de mi? Diktatörlüğe giden bütün bu duble yolları yapan
zamanının temiz siyasetçisi Dogsborough’un yaptığı hatayı fark etmesi onu temize
çıkarır mı? Arturo Ui aleyhine konuşan gazetecileri susturmakta ustadır pekiyi
bugünden bakınca sadece muhalifleri susturmak yeterli mi, öyleyse neden
birileri her akşam televizyonlarda, gazete köşelerinde her türlü pisliğine
rağmen iktidarı savunmak zorunda kalıyor? Salt muhaliflerin sesini kısmakla
olmadığı için televizyonlarda saatlerce aynı kişinin konuşmalarını görüyoruz,
herkes ne kadar iyi bir hatip olduğundan bahsediyor ama iyi bir hatip olmak
aynı zamanda iyi bir yalancı olmak anlamına da geliyor. Kendinden o kadar emin
ki sadece onu dinleyip başka bir kaynağa ihtiyaç duymayanların inanmaması
mümkün değil. Zaten başka kaynaklar ulaşılması zor raflara kaldırılmış durumda,
ulaşılabilir olsa bile insan anlatılana değil gördüğüne inanır. Karşılarındaki
adam, duble yolları, üçüncü köprüyü, üçüncü havalimanı planlarıyla, pırıl pırıl
alışveriş merkezleri ve geçmişine kazınmış mağduriyetleriyle nasıl kötü biri
olabilir, kardeşlerim diyor onlara, ‘kardeşlerim’ diyor ve ‘biz…’ diye devam
ediyor. Açık tehditler yok ama herkes söylenenlerden eğer ona oy vermezlerse
kötü şeyler olacağını anlıyor, istikrarı ve ekonomiyi bozmak isteyenler,
huzursuzluk çıkarmak isteyenler hep iftiralarla saldırıyorlar ama onlar
gördüklerine inanırlar. Güzel televizyon dizileri yayınlayan kanallar ne
gösterirse doğru oradadır, yıllar önce ansiklopediyle başlayıp tabak tencere
setleri veren gazetelerden daha doğrusu da elbette yoktur. Yeni bir şey değil
ama tekrar söylemek gerekirse medyanın artık sadece doğruları göstermemesi değil,
her şeyi iktidarın istediği gibi göstermesi gerekmektedir. Sonuçta gerçek
eğilip bükülebilen bir şey, bakış açısına göre değişebilir. Bu durumda medya artık
sadece baskı gören bir mağdur değil, işlenen suçun ortağı, diktatörlüğe giden
yolun da yoldaşıdır. Fakat oyunda buna dair bir şey göremiyoruz. Yaklaşık bir
saat kırk dakika süren bir tiyatro oyunundan memleket gündemine dair her şeyi
içermesini ve dramaturjisini bu paralele oturtmasını beklemek tabii ki büyük
acımasızlık olur ama dediğim gibi ister istemez oyunu Gezi’den beri efil efil
esen pencereden izliyoruz. Halkı bilgilendirme ve doğruları gösterme çizgisinden
çoktan sapmış ve iktidar sempatisi, aklama huyu hepimize malum olmuş medyaya bu
yükselişte bir paye verilmemesi oyunu izlerken içimizde bir eksiklik duygusu yaratıyor.
Herkes düğüne gelmiş de çeyrek altın taktığımız arkadaş daha teşrif etmemiş
gibi arıyor gözlerimiz.
TiyotraAdam aslında oyun üzerinde
çok fazla değişiklik ve güncelleme yapmadan Brecht’in epik tiyatro ve didaktik
anlatım çizgisinde sahneye koymuş. İzlerken amiyane tabirle “kör göze parmak”
gibi gelen didaktik anlatım aslında her geçen gün yenisiyle karşılaştığımız “kedidir
kedi” gerçekliğimizden çok da uzak değil. Tapelerle, bakan, başbakan ve
milletvekili söylevlerinden çıkan sonuç gözümüze soka soka çalıyorlar,
öldürüyorlar, hukuksuz ve adaletsiz yönetiyorlar, bunu bazen dalga geçer gibi
yapıyorlar. Sekiz kişilik ekip sahneden hiç çıkmadan kostüm ve aksesuar
değişiklikleri ile oyundaki bütün karakterleri canlandırıyor. Özellikle ana
karakterleri tüm oyuncuların sırayla canlandırıyor olması, Ui kim sorusunu akla
getiriyor ve günlük siyaset konuşmalarında geçen, yerel seçimlerdeki adaylarla
derinleşen “tamam bu kötü ama gelecek olan daha mı iyi olacak?” hayıflanmasına
karşılık geliyor. Oyunun orijinal metinle örtüşen manzum dili için Brecht “oyun
kişilerinin konuşmaları ile eylemleri arasındaki çelişkiyi vurgulamak için
manzum konuşmayı yeğlemiştir” deniliyor. Açıkçası ben oyunculuklardaki groteske
yakın karikatürize edilmiş üslupla yer yer giren kafiyeli atışmalardan bu
etkiyi çok hissedemedim. Tersine Arturo Ui’nin karikatürize edilmiş ve dişleri
arasından konuşan halinin yarattığı “normal değil” düşüncesi onu soyut bir
noktaya taşıyor, oysa hepimiz biliyoruz ki hayatımızın içinde dümdüz kanlı
canlı duruyor.
Tiyatro oyununda metin üzerinde
değişiklik yapılıp yapılmayacağına, nereye nasıl müdahale edileceğine grubun
tercihleri ve dramaturji çalışmaları yön verir. Hiç dokunmadan aynı metin
sahnelenebileceği gibi dramaturjiye paralel değişiklikler de yapılabilir.
Brecht oyununu umutsuz sonla bitiriyor, silahların gölgesinde yapılan seçimleri
Arturo Ui kazanıyor ve silahların gölgesinde kalan çaresiz halk ona karşı
koyamıyor. Aynı şekilde grup da Brecht metninin sonuna sadık kalmış. Ama
izleyici olarak bizim çıkaracağımız sonuç ucu açık bir yol. Ya bu çaresizliği
içselleştirip Uruguay’a iltica planlarını hızlandırabiliriz ya da zaten başladığımız
mücadeleye devam diyebiliriz. Oyunun adı “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı” bitirmeden bunu hatırlatayım.
Oyunu merak edenler için:
Arturo Ui’nin Önlenebilir
Tırmanışı
TiyatroAdam info@tiyatroadam.com www.tiyatroadam.com
Oyun metnini merak edenler için:
Bertolt Brecht Bütün Oyunları
Cilt9 Mitos Boyut Yayınları
Brecht’i merak edenler için:
Yeni Başlayanlar İçin Brecht Michael
Thoss/ Patrick Boussignac Habitus
Yayıncılık
Yorumlar
Yorum Gönder