BEYAZ YAKALIDAN PELTE TARİFİ

Uzun uğraşlar sonucu bu tarife ulaştım. Şeker yerine ağzıma sürülen balları, su yerine geçen her dakikayı –çünkü en çok harcanan şey o-, süt yerine bir takım tesellileri koyup ara ara karıştırdım. Bu muhteşem karışım ısınınca da içine bütün o ofis işlerinin sıkıcı gereksizliğini incecik akıttım. Maaş en kritik malzeme, en keskin tadı da o verecek, o nedenle vanilya yerine ekliyorum. Orta ateşte sürekli karıştırmaya devam ediyorum, ateşin dozu önemli yüksek ateşte dibi tutar, tutmasın. Evet karışımı küçük porsiyonlara bölüp yıllık izin miskinliğinde dinlendiriyorum. Eğer üç haftalık yıllık izni iyi değerlendirip bolca gezip eğlenildiyse geriye kalan kırıntılardan badem, fındık, fıstık niyetine üstüne serpiştiriyorum. Ayy tebrikler bana kendimden pelte yapmayı başardım. Sabahları ofise doğru giderken bulp bulp bir sağa bir sola sallanan aptal bir karışım... Çocukken pelteye bayılırdım, sevdiğin şeye dönüşmek daha heyecanlı birşey olmalıydı sanki ama otuzlu yaşlarımda başıma gelen bu şey biraz yapış yapış, o şey olmak, onun tadını vermiyor.

Aksi gibi yemekhanedeki dev ekranda, ‘yeni başlayanlar’ temalı akan görüntülerde, her öğle yemeğine gittiğimde, kendi resmimi gördüm. Biraz zoraki sıkıntılı bir gülümseme vardı yüzümde, zaten fotoğraf çektirmeyi hiç sevmem. Ama baktıkça akıyor, yerinde durmuyor, katılığını kaybetmiş. Önce gözlerimden başlıyor gözler ruhun aynasıdır ya ruhum pelte olup gözlerimden akıyor. Akıp giden yüzüme şaşkınlıkla bakan bir ben varım, diğerleri için akan sadece normal seyrinde giden hayat, yeni gözlerim bu dünyaya hop diye oturmuş gibi kimseyi şaşırtmıyor.

Arada bir gittiğim beyaz yakalı buluşmalarında anlatılanlar bana hep uzak gelirdi. Elbette gerçek olduğunu, beyaz yakalı olmanın ne berbat birşey olduğunu ben de biliyordum ama bıçağın ucu çok keskin değildi. Şimdi güzelce bileylenmiş, kurbanlarını bekleyenine düştüm de pelteleştim. Belki keserken çok acıtmasın diye de pelteleşmiş olabilirim. Tam olarak ne zaman olduğunu bilmiyorum ama bir sabah uyandığımda kendimi pelteleşmiş bulmuş değilim, galiba yavaş yavaş oldu. Günün birinde -muhtemelen saat dört gibi- kafamı excel dosyalarından kaldırdığımda kendimi pelteleşmiş bulmuşumdur. Tam olarak hatırlamıyorum ama ancak böyle olmuş olabilir.

Burada upuzun göğe uzanan gökdelenler yok. Ama her sabah yüzlerce bana benzeyen ama bana benzediğinin farkında olmayan, farkında değilmiş gibi görünen ya da farkında değilmiş gibi görünmek için çabalayan insan, turnikelerden şirket denilen obur şeyin midesine doğru  sürükleniyoruz. Akşama kadar güzelce çiğneyip ezecek, yutacak, mide suyuyla sindirip şanslıysak mesai bitiminde ekşimiş posamızı turnikelerin dışına kusacak. Bu saatlerde ben artık bir kusmuğum ama mutluyum çünkü turnikelerin ardında özgürlük var. Şimdi eve gidip kendimi ister ikili istersem üçlü kanepeye atabilirim. Saatlerce hiçbir şey yapmadan boşluğa bakıp oturabilirim çünkü bütün gün boş şeyler için harıl harıl çalışan beynim akşam saatlerinde duruyor. Pelteliğimin en büyük nedeni de bu olabilir, hiçbir şey üretememek, hiçbir işe yaramıyor olma duygusu...

Bu duygu neden var? Egolardan  mı çıkıyor? Bilinçaltımıza kazınmış ‘iz bırak’, kısa da olsa yaşadığın hayattan illaki bir iz bırak güdüsünden mi geliyor bilmiyorum ama işe yaramak istiyorum. Öyle olmadığım için de kendimi başarılı hissetmiyorum, üretmediğim gibi günlerimi tüketiyorum ve bunun için bana maaş ödüyorlar. Onu da ne kadar iş bitirdiğime, ne kadar gün ya da ne kadar beyin hücresi tükettiğime bakmadan ödüyorlar ya neyse...

Tüm bunlar yetmezmiş gibi her ayın sonunda 'ooo ömrümün bu ayını da yedim, ama ne güzel yedim, kredi kartı: yuhh ne yemişim, faturalar: o internet paketi öyle mi yenir, kira: bunu benim yerime ev sahibi yiyor ama hiç de fena yemiyor, emeklilik: bunu da sonra yerim' diyerek banka hesabıyla kavgaya tutuşuyorum. Bir beyaz yakalı olmanın hakkını verip yaşıtım her beyaz yakalı gibi ev alayım, araba da alayım, bir ev daha alayım, arabayı da yenileyeyim döngüsüne henüz girememiş olmam da pelteleşmenin bir sonucu olarak huzursuzluk yaratıyor. Oysa ben bir insanken birikime dayalı bu hayatın, sunulmuş muhteşem bir pazarlama harikası olduğunu düşünürdüm. Bugün çile çek, biriktir, yarın rahat edersin, yaşlılığın şahane geçer. Otuzbir yaşında emekliliğime yirmi yedi yılım var, hangi yaşlılık diye kafa yormanın bir anlamı yok, sonuçta büyük dinler bile bundan daha fazlasını vaad etmiyor.

Suda bekletilmiş fasulyeler gibi bugünlük de gazımı attığıma göre yarın sabah kalkıp gözlerimi açmadan servise sürüklenebilirim, ne iyi ki metrobüsle falan işe gitmiyorum. Yirmibeş dakika sonra şirkete ulaşacağım, ne şanslıyım ki yolda çok vakit kaybetmiyorum. Kafeteryada sandviç satıyorlar, kuru simitle kahvaltı etmek zorunda kalmayacağım. Bütün gün abuk subuk işlerle uğraşacağım, toplantılarda kendimi bir sandalyeye koyup uzak yerlere kısa gezintilere çıkacağım, sürekli ben burada napıyorum diye sorup konuşmaların ortasında anlatılanlara boş bakan gözlerimin boş baktığı acaba anlaşılıyor mu diye kaygılanacağım ama şikayet etmemeliyim çünkü maaşım hep gününde yatıyor, yan haklar da cabası. Sonra mesai bitecek ve kendimi eve atacağım, fazla mesai bile yapmadığıma göre bunları yazıp şikayet etmem ne büyük şımarıklık. 

Yorumlar

Popüler Yayınlar