ÖLÜM TARLALARI VE HALKIN DÜŞMANLARI


Kamboçya ile ilgili bir arama yaptığınızda ilk karşınıza çıkacak olan bütün heybeti ile önündeki göle yansıması düşen Angkor Wat olacaktır. Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan ve dünyanın en büyük arkeolojik tapınak alanlarından biri olan Angkor Wat birçok gezginin Kamboçya’ya gidiş nedenlerinin başında geliyor. Biraz daha alanı daraltıp Tonle Sap diye bir arama yaparsanız da sakin ve durgun bir suyun üzerinde aynı durağanlıkla sürüp giden hayatları, bir akşamüstünün telaşsız sıcaklığını görüp hissedebilirsiniz. Halbuki bu yazıda Kamboçya ile ilgili başka bir hikaye anlatacağız. Henüz üzerinden çok zaman geçmemiş, yaraları kabuk bağlamamış ve halen tanıkları yaşayan bir hikaye, bir ölüm kalım hikayesi, bir mücadele hikayesi, bir hayata yeniden tutunma hikayesi, aynı zamanda katliamlarla dolu insanlık tarihinin acı hikayelerinden sadece biri.

1970’lerin başında Vietnam’a saldıran Amerika, Kamboçya’da da bir askeri darbe planlamıştı. Pol Pot önderliğindeki Kamboçya Komunist Partisi’nin silahlı kolu olan Kızıl Kmer’ler Amerika destekli darbe yönetimini tanımadılar. Ülkede çıkan iç savaş 1975 yılında Kızıl Kmerlerin zaferiyle sonuçlandı ve halkın büyük desteğini gördü. Kızıl Kmerler zaferin ardından Demokratik Kamboçya adıyla yeni bir rejim kurdular. Varlıklı bir ailenin çocuğu olan, Paris’de eğitim gören ve Çin’e giderek Mao’nun kültür devriminden ve kırsala dayalı toplum idealinden etkilenen Pol Pot yeni rejimin neredeyse sınırsız yetkilere sahip başbakanı oldu ve Kamboçya’da önemli siyasi ve kültürel yenilikler yapmak için çalışmaya başladı.

Pol Pot ülkede yeni bir siyasi ve sosyal düzen kurmayı amaçlıyordu. Aslında insanlar eşit ve iyi doğuyorlardı fakat yozlaşmış bir toplumda yaşamak onları bozuyordu. Para, din, teknoloji, piyasa ekonomisi, iş bölümü toplumu yozlaştıran kapitalist unsurlardı ve ancak bunların yok edilmesiyle yeni bir toplum yaratılabilirdi. Buraya kadar herşey anlaşılabilir bir zemindeydi, kapitalizmin hepimizi yaraladığı gerçeğini kim reddedebilir ki? Pol Pot’a göre iyi insanlar çiftçilerdi. Çiftçi olmayan herkes modern toplumun yozlaşmış insanlarıydı. Pol Pot çiftçilerin güçlenmesiyle Kamboçya’nın zenginleşeceğine inanıyordu ve bunun için kapitalizme dair tüm unsurların (canlılar da dahil) yok edilmesi gerekiyordu. Böylece Kamboçya ve Kamboçyalıların hafızasından kapitalizm silinecekti. Böylece bir sınıfın diğer sınıf üstündeki hegemonyası bir kez daha katliamlara giden yolun kapısını açtı.

Gazeteler, dergiler, yayın kuruluşları, bankalar, fabrikalar ve okullar kapatıldı, şehirler köylere doğru boşaltıldı. Köylüleri toplumun efendisi yapmak desturu ile yola çıkan hareket kısa bir zaman içinde kapitalist sistemin bileşeni olarak gördüğü din adamlarını, öğretmenleri, yazarları, gazetecileri, profesörleri, gözlük kullananları, dil bilenleri, eğitim almış olanları ve onların ailelerini halkın düşmanı ilan edip katletti. Kızıl Kmerler rejimi sırasında yani sadece iki yıl sekiz aylık bir sürede ölüm tarlalarında katledilenlerin sayısının iki milyonun üzerinde olduğu sanılıyor. Katliamlar ancak 1978 yılında Vietnam’ın Kamboçya’yı işgal etmesi ile son buldu. Pol Pot uzun süre saklandıktan sonra 1998 yılında yargılanamadan öldü. İkinci adam olarak görülen Nuon Chea 2007 Eylül ayında tutuklandı, o zamana kadar evinde özgürce yaşamıştı (bakınız Halkın Düşmanları –Enemies of the People- belgeseli), Ağustos 2014’de açıklanan kararla insanlığa karşı işlediği suçlardan dolayı ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı, soykırım suçlamalarıyla yargılanması devam ediyor.

Hikayenin kalanını yakın tarihin en büyük katliamlarından birinden sağ kurtulmayı başaran Ranachith (Ronnie) Yimsut’un kendi kaleminden okuyalım. 1975 yılında Kızıl Kmerler tarafından Phnom Penh’e sürüklendiğinde Ranachith (Ronnie) 13 yaşındaydı. O ve ailesi Siem Reap’de ünlü Angkor Wat tapınaklarının yakınındaki evlerinden çıkartıldı ve toplama kamplarında çalışmaya zorlandılar. 1977 yılının son haftasında Ronnie’nin ailesi Kızıl Kmerler tarafından öldürülmeden önce son kez toplandı. O Aralık günü onlarca insan öldürülürken sadece Ronnie kurtuldu. Ronnie bugün Amerika Orman Servisi’nde Kıdemli Peyzaj Mimarı olarak çalışıyor. Eşi ve iki çocuğu ile birlikte Bend, Oregon’da yaşıyor. Ronnie yaşadıklarını ve Kamboçya hakkında hissettiklerini kitaplarında yazdı “Facing the Khmer Rouge: A Cambodian Journey” (Kızıl Kmerlerle Yüzleşmek: Kamboçya Yolculuğu), “Journey to Freedom” (Özgürlüğe Yolculuk), “In the Shadow of Angkor” (Angkor’un Gölgesinde) “Life is a Poem” (Hayat Bir Şiir) ve “Children of Cambodia’s Killing Fields.” (Kamboçya’nın Ölüm Tarlalarındaki Çocuk).

"22 Aralık 1977’de silahlı Kızıl Kmerler tarafından ailemin geri kalanı ve komşularımızla birlikte bilinmeyen bir yere doğru sürüklendiğimizde soğuk bir kış akşamıydı. Şimdi Kamboçya diye bilinen ülkede, Angkor Bölgesinde, Siem Reap çalışma kampındaydık. Birçoğu benim yaşımdaki erkeklerden oluşan grubumuz silahlı adamlar tarafından tek tek sayıldı. Biz 87, onlar ise 7 kişiydiler. Hiçbirimiz nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Bununla birlikte daha önce birçok kez benzer şeyleri yaşamıştık, o nedenle nereye götürüldüğümüzü pek de önemsemiyorduk. Hepimiz tehcire alışmış, bu bizim için neredeyse bir rutin haline gelmişti.

Bu sefer biraz farklı hissettim. Bizi memnun etmek için suyumuza gidip bize uyum sağlamaya çalışıyor gibiydiler. Alışık olmadığımız bir durumdu ve bu durum bizi biraz huzursuzlandırdı. Neden bu kez bize karşı çok iyiydiler? Son 24 tehcirde yaşanılanlar çok berbattı ve askerler çok zalimdi. Ailemden bazıları onların zorbalığından öldü. Askerlerin davranışları çok garipti ama gerçekten umurumuzda değildi. İnanamadığımız bu değişiklik, güzel bir değişiklikti. Belki politika değiştirmişlerdir de anca etkileri görülmeye başlanmıştır diye düşünmeye çalıştık.

Yorucu bir yürüyüş gününün ardından eski bir Budist pagodasında durduk, nerede olduğumuzu söylemediler, sadece durmamız ve beklememiz emredildi. Kısa da olsa soluklanma şansımız olduğu için memnunduk. Bununla birlikte bulunduğumuz yer ideal bir dinlenme alanı değildi. Bu bildiğimiz bir işleme merkeziydi, yani insanların cezalandırıldığı ya da küçük bir hata için idam edilebildiği bir yerdi. Onlar “Çalışma Kampı” diyorlardı ama hepimiz buranın aslında bir “Ölüm Kampı” olduğunu biliyorduk. Bekledik ve bizi burada kalıcı olarak tutmamaları için dua ettik.Yaklaşık 20 dakika sonra bizi tekrar topladılar. Yirmi dakika uzun bir süre olmayabilir ama yaşam ya da gelecek söz konusu olduğunda sonsuzluk gibidir. Sinir bozucu bir deneyimdi…

 İki gün sonra Tasource Tepesi denilen yere vardık. Mobile Brigade denilen başka bir çalışma kampındayken birkaç defa buraya gelmiştim. Büyük bir kanal projesinin kazma işinde çalışan binlerce insan vardı. Manzara içler acısıydı. Ben sadece bir deri bir kemik olduklarını sanardım ama gördüğüm insanlar daha kötü haldeydiler. Tasource Tepesi’ne vardıktan kısa bir süre sonra, küçük çocuklar da dahil olmak üzere herkesi çalışan diğer insanların arasına kattılar. Böylelikle inancımızın bedelini ödemiş olacaktık, ya da ben öyle sanıyordum. Yeni bir asker grubu tarafından beş gün boyunca tüm gün ve neredeyse tüm gece çalışmaya zorlandık. Bizi buraya getirenlerin çoktan gittiklerini söylediler. Yeni gardiyanlar daha zalimdi ve hiç merhametleri yoktu. Yanımda sıcak çarpması, hastalık, yorgunluk ve açlıktan insanlar öldü. Bununla birlikte birçok insan da askerler tarafından öldürülüyordu. Bütün bu zaman boyunca bizim sıramızın ne zaman geleceğini merak ediyordum. Sıramızın bir an önce gelmesini diliyordum, böylece bu acıyı çekmek zorunda kalmayacaktık.

Benim grubumdan insanlar sinekler gibi kanalın çamurlu dibine düşmeye başlamışlardı. Uygun bir cenaze töreni için onları almaya pek zahmet edilmiyordu. Görebildiğim kadarıyla ölüler ve ölüme yakın olanlar tamamen perişan haldeydi. Hepimiz çok yorgun ve onları taşımak için çok zayıftık. Ölüler için çok az yas tutuldu. Hatta yakınları bile ölünün artık acı çekmeyeceğini bildiklerinden çok az duygusal tepki verdiler. Zaten hepimiz yaşayan ölüler gibiydik. Eğer sadece gelip bizi öldürselerdi bunun daha kolay olacağını düşünüyordum. Ne zaman ızdırabımızı bitireceklerdi? Bekledim ve bekledim… Asla gelmedi…

Sivri bir şey sertçe beni dürttü ve kanalın çamurlu dibindeki uykumdan uyandırdı. Oldukça büyük görünen AK-47 tüfeği ile beni dürtmeye devam eden genç askere bakmak için yavaşça gözlerimi açtım. 12 yaşından büyük değildi, benden sadece birkaç yaş küçüktü ama çok, çok şişmandı. Çamurdan kalkmam için öfkeyle bağırıyordu. “Hadi devam et ve vur beni” dedim kendi kendime. Ölmeye hazırdım. Durum umutsuzdu. Sonunda zayıf ve sıska vücudumu çamurdan kaldırdım ve yorgunca grubumun olduğu yöne doğru yürüdüm. Nihayet gitme zamanımız gelmişti.

Ani tehcir planıyla ilgili karışık duygular hissetmeye başladım. Normalde bizi başka bir yere sevk etmeden önce, haftalar hatta aylarca aynı yerde kalmamız gerekiyordu. Bizi alıp öldürmelerini dilemiştim ve işte zamanı gelmişti, aklıma ikinci gelen bu olmuştu. Zaten yeterli gıda ve dinlenme olmadan geçen beş uzun gün ve geceden sonra, nereye gittiğimin bir önemi olmaksızın ölmeye daha da hazırdım. Bu ani bir ölüm anlamına gelse bile sadece bu yerden defolup gitmek istiyordum. Görünüşe göre ailem de dahil diğer herkes de ölmeye hazırdı. Bize yaptıkları bütün şeylerden sonra, özellikle son beş günden sonra, hiçbir şey daha kötü olamazdı. Bundan sonra hiçbir şeyin önemi yoktu.

Dörtlü sıra olmamızı emrettiler. Her yaştan askerin olduğu küçük bir grup bize eşlik ediyordu, bazıları 10 yaşında ya var ya yoktu. Benim ailemin olduğu gruba eşlik eden sadece beş asker vardı. O sırada hepimiz toplam 79 kişiydik. Tasource Tepesi’nde geçen beş korkunç gün boyunca altısı çocuk, ikisi yaşlı erkek sekiz kişi ölmüştü. Eğer 79’umuzu da öldüreceklerse neden bu kadar azlar diye merak ettim. En yaşlı asker önümüzde durdu ve o kadar yüksek sesle konuştu ki herkes onu duyabiliyordu. Balık tutmak için Tonle Sap‘a –Büyük Göl’e- sevk edileceğimizi söyledi. Ayrıca orada yemek de olacaktı. İnsanlar birden aldıkları bu haber hakkında konuşmaya başladılar. Hepimiz mucizevi görünen bu habere karşı şüpheciydik. Bununla birlikte grubun çoğunluğunun bir zamanlar Tonle Sap’da balıkçılık yapmış olmasından dolayı da mantıklı geliyordu. Bize duymak istediklerimizi söylediler; yemek, gölden taze balık tutmak ve yemek için bir şans, Tasource Tepesi’nin sefaletinden kurtulmak için bir şans... Kulağa gerçek olamayacak kadar iyi geliyordu. Bu haberle tamamen aptallaşmıştım. Beklememiz ve geleceğin bize ne hazırladığını görmemiz gerekiyordu.

Bizi aşina olduğumuz çamurlu bir yoldan güneye, yaklaşık altı yedi mil uzakta olan göle doğru götürdüler. Sadece bir yıl önce çok benzer bir yoldan son kez yürüdüğümde başka bir Mobil Tugay projesindeydim. Daha uzun bir süre bu yolda olacağımız için biraz daha rahattık. Belki de bize doğruyu söylüyorlardı? Doğru yönde ilerliyor gibi görünüyorduk. Sadece beş kişiydiler. Muhtemelen 79’umuzu da öldüremezlerdi, değil mi?

Yaklaşık üç mil yürüdükten sonra, durmamızı ve grubun geri kalanının bizi yakalaması için beklememizi söylediler. İnsanlar çok zayıftı ve üç mil yürümek tüm güçlerini almıştı. Yolda bir çocuk daha öldü. Biraz tereddüt etseler de askerler çocuğunu gömmesi için anneye izin verdiler. Arkadaki grup bize yetişene kadar yaklaşık yarım saat geçmişti.

Güneşin batışından önce bizi hızlıca sevk etmek istiyorlardı. Genç ve yaşlı bütün erkeklerden grubun önüne gelip toplanmalarını istediler. Daha sonra kendilerine ait özellikle bıçak ve balta gibi bütün aletleri getirmeleri ve gruba bir kamp hazırlamak için erkeklerin önden gitmesi gerektiği söylendi. Erkekler hemen ellerindeki aletlerle tek sıra olmuşlardı. Erkek kardeşim Sarey hamile karısı Oum‘a hoşçakal dedikten sonra gruba katılmak için isteksizce ilerledi. Karısına göz kulak olacağımı söyledim. Kısa bir süre içinde grup kararan havada kayboldu. Bu Sarey’i ve diğer erkekleri son görüşümdü.

Hava kararmaya ve soğumaya başlıyordu. Azılı Tonle Sap sivri sinekleri gece havasında hüküm sürmeye başladılar. Yaklaşık otuz dakika sonra erkekleri götüren iki asker geri döndüler. Hızlıca diğerleriyle görüştüler. Grubumuzdan bir iki kişi inanılması oldukça güç bir şeye kulak misafiri olmuşlardı, şok haber hızlıca grup içinde yayıldı. Ben daha sonra “birkaçı kaçtı” gibi bir şey söylediklerini öğrendim. Bu sadece tek bir şey demekti; kaçmayı başaran bir kaç erkek dışında hepsi ölmüştü.

Tekrar harekete geçmemiz emredildiğinde akşam saat yedi-sekiz sularıydı. Bu zamana kadar yeterli enerjisi olan çocuklar ağlıyor ve ellerinden geldiğince yüksek sesle çığlık atıyorlardı. Bunun asıl nedeni açlık ve yorgunluktu fakat saldırıya geçen sivrisineklerin de etkisi yok değildi. Çocukların çığlıkları arasında sevdiklerini kaybedenlerin hıçkıra hıçkıra ağladıklarını duyabiliyordum. Bütün herşey aleyhimizeyken benim halen tüm olan biten ile ilgili kuşkularım vardı. Eğer açlık, yorgunluk ya da sivsineklerden dolayı ölmediysek, askerler tarafından öldürülme şansımız vardı.

Açıkçası ölümle karşı karşıya olma düşüncesi beni ilk defa dehşete düşürmüştü. Bir ara kaçmayı düşündüm ama biraz daha düşündükten sonra bunu yapamadım. Ailemi özellikle doğumu bir hafta gecikmiş hamile yengemi bırakabilecek kadar kalpsiz değildim. Ayrıca nereye gidebilirdim? Eninde sonunda ele geçirilip öldürülecektim. Eğer öleceksem sevdiklerimin yanında ölmeyi tercih ederdim. Oradan kaçmak için birçok fırsatım oldu ama yapamadım. Bu nedenle sağ omzumda yengem Oum, sol omzumda eşyaların olduğu küçük bir torbayla grubun geri kalanıyla birlikte isteksizce sürükleniyordum.  Nasıl da ironik görünüyordu: mezbahaya sürüklenen sığırlar gibi ölüme gittiğimizi bilerek yürüyorduk. Hepimiz nereye gittiğimizi biliyorduk; çocuklar bile biliyormuş gibi görünüyorlardı. Bugüne kadar gördüğüm ve duyduğum herşeye rağmen halen içimde küçük bir umut vardı. Belki bir umut Kızıl Kmer askerleri bizim düşündüğümüz gibi taş kalpli katiller değillerdi. Belki…

Büyük Göl’e varmadan birkaç mil önce planlandığı gibi güneye devam etmek yerine batıya dönmemizi emrettiler. Çamurlu, yapış yapış bir yoldu. Ayaklarım çamurun içine batmıştı. Yürüyüş çok yavaş ve külfetliydi. Birkaç kişi bataklık gibi bir yerde saplanıp kaldı ve askerler onları tekmeleyip pataklamak için yanlarına gitmek zorunda kaldılar. Oum’a yardım etmek ve kendimi taşımakla meşguldüm ve gerçekten artık umurumda değildi. Tüm bu zaman boyunca kendimi sakinleştirmeye ve zihnimi açık tutmaya çalışıyordum. Oum yardıma muhtaçtı. Sessiz gözyaşları tamamıyla çığlık haline gelmişti. Fiziksel ve duygusal olarak kötü durumdaydı. Mide krampları olduğunu ya da doğum sancısının başladığını söyledi, emin değildi. Bu onun ilk çocuğu olacaktı. Ne o ne de ben çocuk doğurmak ya da sancılarla ilgili pek bir şey bilmiyorduk. Tek yapabildiğim çamurlu düzlükte onu sürüklemek oldu, böylece askerler gelip bizi öldürünceye dek dövmeyeceklerdi. Bu yürek parçalayıcıydı…

Doğudan batıya uzanan sığ bir kanal kenarında oturmamızı söylediklerinde ana yoldan 300 metreden daha uzak değildik. İkimiz de bacaklarımızı uzatmıştık, ya sesimizi kesecektik ya da gelip bizi döveceklerdi. Birkaç dakika içinde en az 50 kişilik büyük bir grup aniden yakındaki ormanın içinde gizli bir yerden çıktı. Hava gerçekten karanlıktı, fakat onların silüetlerinden, ellerindeki AK-47 tüfekleri ve büyük sopalarıyla askerler olduklarını anlayabiliyordum. Silahlarıyla etrafımızı saran diğerleri gibi içlerinden biri bize bağırmaya başladı, doğrudan bize. İnsanlar hayatları için yalvarmaya başladılar. Askerler sesimizi kesmemiz için bağırdılar. Sadece birkaç soru sormak istediklerini söylediler, tüm istedikleri buydu. Ayrıca bunun bir sorgulama olduğunu ve aramızda düşmanların olduğundan şüphelendiklerini söylediler. Grubumuzda Vietnam muhpirlerinin olduğunu iddia ediyorlardı, hepimiz birbirimizi yıllardır tanıdığımız için bunun asılsız bir iddia olduğunu biliyordum. Bunların hepsi birer taktikti, bizi sakin, zayıf ve kontrol altında tutmak için kirli birer numara. Fakat taktik etkili olmuştu, çünkü onlara karşı çıkan bütün güçlü erkekler, ilk ölenler olacaklardı. Benim grubumda sadece kadınlar ve çocuklar kalmıştı, hasta ve zayıftılar. Bize istediklerini yapabilirlerdi. Planladıkları her şeyi...

Bir asker bana doğru yürüdü, pamuk bir havluyu çekti ve küçük şeritler halinde parçaladı. Askerler tarafından bu şeritlerle bağlanan ilk kişiydim. Şaşkındım ve oldukça korkmuştum. Biraz direnmeye çalıştım. Tüfeğin dipçiği ile kafama aldığım birkaç darbeden sonra sadece onları memnun etmeye çalışabildim. Kafamdaki yara kanamaya başlamıştı. Hala yarı baygındım, Acıyı ve yüzüme akan kanı hissediyordum. Eğer herhangi bir direniş olursa ne olacağını göstermek için beni örnek olarak kullanmışlardı. Grubun geri kalanını herhangi bir problem olmadan bağladılar. İnsanlar yaşamları için yalvarmaya devam ettiğinden bu sefer durum tamamen kaotikti. Kan yüzüme, sağ gözüme doğru akmaya devam ederken sersemlemeye başlamıştım. İlk kez gözlerimde yaşlar vardı, ne kan ne de acıdan, gelip çatan gerçeklerden. Korkudan uyuşmuştum.

Dayağın başladığını duyduğumda dehşete düştüm. Her nasılsa ne olduğunu biliyordum. Oum’un yaşlı babası yanımdaydı ve üzerime düşmeden önce üst gövdesi birkaç defa büzülmüştü. O sırada çok iyi bildiğim küçük bir çocuğun kalkıp annesini çağırmaya başladığını farkettim. Aniden yüzüme ve vücuduma sıcak bir sıçrama oldu. Bunun kesinlikle çamur olmadığını biliyordum, küçük çocuğun kanıydı, belki beyni saçılmıştı. Diğerleri sadece kısa ve korkunç sesler çıkardılar. Soluklarının durduğunu duyabiliyordum. Herşey yavaş çekimde gerçekleşiyor gibiydi, gerçek dışıydı. Birkaç saniye içinde oldu ama her önemsiz ayrıntıyı hatırlayabiliyorum. Gözlerimi kapattım, fakat korkunç sesler kulaklarıma dolmaya devam ediyordu, adeta kulağımı deliyordu. Vücudumun alt kısmını kaplayan bir cesetle yüzüstü yere kapaklandığımda ilk darbe geldi. Sağ kürek kemiğimin altına vurdu, çok sağlam olduğunu hatırlıyorum. Sonraki boynumdan başımın sağ tarafına vurdu. Bunun o gece beni nakavt eden darbe olduğuna inanıyorum. Geri kalan en az 15 sopa sıska vücudumun her yerine indi. Neyse ki bunları hissetmedim. Bundan sonra o gece dayaktan bilinçsizce çok iyi uyuduğum dışında hiçbir şey hatırlamıyorum.

Vücudumun üzerinde arılar gibi vızıldayan sivri sineklerin tanıdık sesiyle uyandım. Bu kez binlercesi benim ve diğerlerinin kanlarıyla ziyafet çekiyorlardı. Kaslarımı hareket ettiremiyordum, birini bile. Gözlerim açıldı ama herşey bulanıktı. Kör olduğumu düşündüm. Şaşkındım. Nerede olduğumu hatırlayamadım. Evde kendi yatağımda uyuduğumu sandım. Neden bu kadar çok sivrisinek olduğunu merak ettim. Beni pek rahatsız etmediler, çünkü bir şey hissetmiyordum. Neredeydim? Neden hareket edemiyordum? Hala bezden iple bağlıydım. Birkaç dakika sonra az biraz görmeye başladım fakat halen herşey bulanıktı. Çıplak bir ayak gördüm fakat kimin olduğunu bilmiyordum. Aniden bütün gerçeğin farkına vardım, terden sırıl sıklam olmuştum. Daha önce meydana gelmiş olaylar kafama üşüşmeye başlamıştı. Bütün vücudumdaki ve kafamdaki keskin  sancının farkına vardım. Çok üşümüştüm. Hayatımda hiç bu kadar üşümemiştim. Korku zihnimde şaha kalkmış koşuyordu. Birden nerede olduğumun ve ne olduğunun farkına vardım. Ölü müydüm? Eğer ölüysem neden hala böyle acı çekiyordum. Tekrar tekrar kendime aynı soruları sorup, hep aynı sonuca geldim. Hayattaydım! Ama neden? Neden hala hayatta olduğumu ve acı çektiğimi anlayamamıştım. Ölü olmam gerekirdi. Sonra orada, etrafımda uzanan diğerleri gibi ölmüş olmayı istedim.

Yeni bir şafağın soluk ışığı gökyüzünde kırıldı. Çamurdaki buruş buruş, kan bulaşmış vücudumu ortaya çıkardı. 1 Ocak 1978 sabahı saat 4-5 suları olmalıydı. “Bugün Mutlu Yıllar değil” diye düşündüm. Halen karanlık ve soğuktu. Hareket kabiliyetim yavaş yavaş geri geliyordu fakat halen büyük bir güçlükle hareket edebiliyordum. Ceset yığını üzerinde oturabilmek için kendi kendimi ittim. Kendimi kumaş ipten kurtarmak için çabalamaya başladım. Birkaç acı verici denemeden sonra ipi kopardım. Görme kabiliyetim de geri gelmişti fakat her tarafa dağılmış bedenleri gördükten sonra keşke kör olsaydım dedim. Bazıları tanınmayacak haldeydi. Bazıları çırılçıplak soyulmuştu. Koyu bir renge dönmüş kan lekeleri duruma farklı bir boyut katıyordu. Kesinlikle hassas gözler için uygun bir manzara değildi.

Yakınlarımı bulmak için etrafa bakınmak istedim ama dönmeyi başaramadım. Boynum acıdan kaskatı olmuştu. Başım ağrıyodu, hem de nasıl ağrıyordu. Sadece iki elimle etrafımı yoklayabiliyordum. Heryerde soğuk etlere dokundum. İki elim de titriyordu ve kontrol edemiyordum. Yanımdaki birkaç ölü bedeni tanıdığımda hıçkıra hıçkıra ağladım, biri Oum ve doğmamış bebeğiydi. Aniden uyandığım zaman gördüğüm çıplak ayağı hatırladım, onundu. Yaşlı babası ve iki kız kardeşi birbirlerinin üstüne yığılmıştı ve sanki hayatlarını kaybetmeden önce birbirlerine sarılmış gibi yanyanaydılar. Devam edemedim. Ağlamam hıçkırıklara dönüştü. Halen kanı çekilmiş vücuduma işkence etmeye devam eden sivri sinekler dışındaki tek ses buydu. Güçten düşmeye ve hayatımın kaydığını hissetmeye başladım. Ölü bedenlerin üzerine yeniden bayıldım. Buz gibiydim.

Öldürme alanına doğru gelen insanların sesiyle uyandım. Oturdum ve dikkatle dinledim. Paniklemeye başladım; “benim işimi bitirmek için geri gelmişlerdi”. Kendi kendime “beni canlı canlı yakmaya geliyorlar” dedim. Olabilirdi de. Yaşamak için hiçbir şeyim yoktu ama teknik olarak Kızıl Kmerler benim zaten öldüğümü düşünüyorlardı. Sesler daha yakından ve yüksek gelmeye başladığında vazgeçmeye hazırdım ama sonunda hayatta kalma içgüdüm kontrolü eline aldı. Yakındaki çalılıklara doğru yavaş yavaş kendimi ittim. Daha önce bulunduğum yerden yirmi adımdan daha fazla uzaklaşamamıştım ama şimdi alanı daha iyi görebiliyordum. Çok geçmeden insanlar alana geldi. Haklıydım, askerler yeni bir kurban grubuyla geri gelmişlerdi. Çoğu erkekti ama içlerinde  birkaç kadın da vardı. Elleri bu sefer bez yerine gerçek iplerle arkadan bağlıydı. “O ipten kurtulmanın yolu yok” dedim kendi kendime. Askerlerden biri komut verdi. Aydınlık sabah ışığında bir katliama daha tanıklık ettim. Birkaç saniye içinde hepsi ölüme yenilmişti, cesetleri hala çamurun içinde serili duran ailem ve arkadaşlarım gibi... Kalbim durdu. Bütün vücudum deli gibi titredi, kusmak istiyordum. Hıçkırıklarım dışarı çıkmasın ve kendimi ele vermeyeyim diye sol elimle ağzımı sıkıca kapadım. Baştan beri sürekli aynı çileyi çektiğimi hissettim. Sadece artık katlanamıyordum. Zihnim dondu ve yine bayıldım.

Bir sonraki geceye kadar tam olarak ayılamadım. Bütün gün sanki ben orada değilmişim gibi geçti. Gün boyunca birkaç kez uyandığımı hatırladım ama herşey hayal meyaldi. Uyandıktan kısa bir süre sonra daha fazla insanın bana doğru geldiğini farkettim. Öldürülecek daha fazla kurban olduğunu düşündüm. Öğrenmek için beklemedim. Yaşamak istediğime de o zaman karar verdim. Dirseklerim ve dizlerim üzerinde sürünerek oradan uzaklaşmaya başladım. İstesem de tam olarak yürüyemiyordum. Artık kanamıyordum ama halen kötü durumda olduğumu biliyordum. Çok aç ve susuzdum. Dudaklarım sıcak güneşin altındaki çamur gibi çatlamıştı. Bütün vücudum sıcak güneşin altında pişmiş çamur ve kandan çatlamıştı. Su bulmak zorundaydım ya da susuzluktan ölecektim. Kuru kanal boyunca batıya ilerledim sonra kuzeye döndüm. Bu sefer gerçekten karanlık ve soğuktu. Kendimi ormanlık alanın ortasında buldum. Aşılmaz bir çalılığın içinde. Geri döndüm ve sık ormanı aşmak için bir yol bulmaya çalışırken tekrar başladığım noktaya gelmiştim, ölüm tarlasına. Dördüncü ya da beşinci denemeden sonra kendimi ormanın ortasında buldum, kaybolmuş ve sinirliydim. Güçsüzleştiğimi ve hayatta kalabilmek için en kısa zamanda bu karışık dikenli örümcek ağının dışında kendime bir yol bulmam gerektiğini biliyordum. Geceyi olduğum yerde geçirdim, ağlayarak uykuya daldım. O gece bir kütük gibi uyudum. Sonraki 17 gün ormanda saklandım. Sadece gündüzleri uyudum, geceleri yiyecek bulabileceğim köyler arayarak geçirdim. Yaralarım hızla iyileşti ve komşu köylerden çaldığım yiyecekler sayesinde kilo almaya da başladım. Hiçbir zaman bir yerde çok uzun süre kalmadım. Her zaman hareket halinde oldum ve tehlike işaretlerini gözledim. Beni aradıklarını biliyordum ama hep bir iki adım önlerinde olmayı başardım. Her zaman cesetleri sayıyorlardı ve eğer eksik varsa mutlaka arıyor ve genellikle kaçağı yeniden ele geçirmeyi başarıyorlardı. İlk başta benim için çok zor oldu, fakat kısa zamanda yiyecek çalmak ve yakalanmaktan kaçmak konusunda ustalaştım. Eminim ki ormanın kralı olarak geçirdiğim 17 gün boyunca beni arayan Kızıl Kmer askerleri oldukça sinirlenmişlerdir.

Oysa o 17 gün boyunca hayat hiç de kolay değildi. Her gün ailemin ve arkadaşlarımın öldürülmesinin intikamını alabileceğim günün gelmesini bekledim. Bir gün o fırsatı yakaladım da. Yanlışlıkla ormanda saklanan başka bir kaçak grubunun arasına düştüm. Benim Kızıl Kmer olduğumu düşündükleri için neredeyse ölecektim. Beni mutlak ölümümden kurtaran şey ise yaralarım oldu, hikayeme inandılar. Ertesi akşam hepimiz (200 kadın ve erkek) üç gruba ayrıldık ve gıda ve silah için bir Kızıl Kmer garnizonuna saldırmak üzere yola çıktık. Herhangi bir organizasyon ve silahımız olmamasına rağmen sadece sopa, taş, birkaç bıçak ve yakın zamanda bulunan iki el bombasıyla bir orduya karşı savaşmak için hevesliydik. Eski paslı el bombaları patlamayınca bütün sürpriz bozulmuştu. Çoğumuzu ot gibi biçtiler. Ağır kayıp verdik. Saldırı ve karşı saldırıda birçok ölen ya da yaralanan oldu, hepsi bizim hatamızdı. Birkaç tabanca ve tüfek ele geçirmiş olmamıza rağmen yiyecek ve silah alıp garnizonu ele geçirme hedefimize ulaşamamıştık. Buna rağmen saldırıda birçok askeri yaralayıp öldürmeyi başardık. Ben de mağara adamı sopamla en az birini öldürüp birkaçını yaralamıştım. 15 yaşında grubun en genciydim, fakat en az oradaki kadın ve erkekler kadar cesurca hatta onlardan daha cesur dövüştüm. İçimdeki nefretle yanıp kavruluyordum. Korkusuzdum. Hayat benim için pek bir şey ifade etmiyordu. Sadece Kızıl Kmerleri öldürmek için yaşamaya karar verdim, öfkeli vahşi bir hayvana dönmüştüm.

Çoğumuz ordunun geniş çaplı saldırısında öldürüldü ya da esir alındı. Üç gece ve gün boyunca koruda saklandık. Üç líder nereye giderse gitsin onları takip etmeye karar verdim. Dördümüz kurtulmayı başardık ve Tayland’a doğru yöneldik. 15 günlük yürüyüşten sonra sınıra 150 mil kala kendimizi Tay hapishanesinde bulduk. Taylandlı yetkililer bizi “siyasi tutuklular” olarak aldı çünkü oraya ancak sınır kapandıktan sonra varabilmiştik. Dördümüz yalnız değildik, 75x75 metrekarelik hücrede bizim gibi yaklaşık 600 kişi daha vardı. Koşullar kötüydü, Tay gardiyanların muamelesi daha da kötüydü, fakat Kızıl Kmer’lerin elinde olmaktansa Tay hapishanesinde olmayı tercih edeceğimi itiraf etmeliyim. En azından insan gibi beslenip giydirildik, Kızıl Kmer’lerin yaptığından çok daha iyiydi. Ben mahkumların en genci olduğum için diğerlerinden daha iyi muamele ediliyordu, hatta bazı gardiyanlar bana karşı gerçekten iyiydi. Bu ayrıcalığı kullandım. Tayland’a ilk vardığımızda kırk kilonun altındaydım. Dört hafta içinde 10 kilodan fazla aldım.

Tayland hapishanesinde geçirdiğimiz 5 ayın sonunda Tayland-Kamboçya sınırında bir mülteci kampına taşındık. Mülteci kampındayken Kızıl Kmerlere karşı özgürlük savaşçılarına katılmak için bekledim fakat çok genç ve sıska olduğum için beni kabul etmediler. Neredeyse 18 yaşında olduğumu anlatmaya çalıştım ama bir faydası olmadı. Bu yerde sıkışıp kalmış ve öfkeliydim. Savaşmak için geri dönemiyordum ve kampta kalmak intihar sebebiydi. Hayatımın hiçbir anlamı yoktu. Yaşamak için hiçbir nedenim yoktu. Yaşamam gerektiğini böylece sevdiklerimin intikamını bir gün alabileceğimi düşünüyordum. Kızıl Kmer’lere karşı savaşma talebim reddedilince yaşama amacım da elimden alınmıştı. İntihar eden mülteci arkadaşlarım gibi kendimi öldürmem gerektiğini düşündüm. Sonra biraz daha düşündüm. “Bu çok kolay” dedim kendi kendime, “Ben mücadeleciyim, böyle korkakça ölmeyeceğim” dedim.

Brian Ellis adında CBS News’den bir televizyon programcısı kampımıza geldiğinde hayatım tersine dönmeye başladı. “Kamboçyada Ne oldu?” isimli daha sonra Amerika’da yayınlanan bir belgesel için röportaj verdim. Bay Ellis beni aylar sonra ilk kez kampın dışına çıkardı. Özgürlüğü tattım ve çok sevdim. Bay Ellis ile geçirdiğim o gün çok özeldi ve hiçbir zaman unutmadım. Hayatım Bay Ellis’den sonra iyi yönde değişmeye başladı. Bay Ellis ile karşılaşmam hayata bakış açımı da değiştirdi, yaşamaya devam etmek için artık bir nedenim vardı. Bu aynı zamanda yeni bir hayat ve eğitim için de bir şanstı. Yayından sonra Washington’da Amerika’nın Sesi için çalışan Khen Chen adındaki bir kuzenimle temasa geçtim. Sonunda Khen ve kocası Chun Amerika’ya gelmem için sponsorum oldular. Taylanddaki uzun ve sefil sekiz aydan sonra 1978 Ekim’inde Washington’a vardım. Benimle birlikte kaçan üç adam da sonunda üçüncü bir ülkeye yarleştirilecekti. İkisi şu anda Amerika’da diğeri ise Fransa’da yaşıyor. Hepsi yeniden evlendiler ve iyiler.

Gittim ve kendime yeni bir hayat kurdum. Liseden mezun oldum ve 1988 yılında Oregon Üniversitesi’ni bitirdim. Şimdi Kamboçya’dan Thavy ile evliyim ve küçük bir kızım var. Mezuniyetten beri Oregon’da ABD Orman Hizmetleri’nde peyzaj mimarı olarak çalışıyorum. Benim için hayat bundan daha iyi olamazdı. Hala o karanlık Aralık gecesindeki katliamla ilgili kabuslar görüyorum. Asla aklımdan tamamen çıkmadı, ve halen düşündüğümde dehşete kapılıyorum. Zaman böyle bir duygusal travma için ilaç olmuyor, en azından benim için. Ancak, uzun zamandır onunla birlikte yaşamayı öğrendim. Bunu unutmasam da yaşamaya devam edeceğim, etmeliyim.

Brian Ellis -10 yıldır ondan haber almamıştım- ekibiyle birlikte bir devam hikayesi için benim mezuniyetime gelmeye karar verdi. Onu görmek muhteşemdi ve hayatımı etkilemeye devam ediyordu. Şimdi iyi iki arkadaşız, artık CBS News’de çalışmasa bile sürekli görüşüyoruz. 1984 kışında Washington’daki kuzenim aracılığıyla Tayland’daki mülteci kampından şok edici bir mektup aldım. Mektup Nisan 1975’ten Kamboçya’nın çöküşünden beri ölü olduğunu düşündüğüm abim Larony’dendi. Ailem onun mayından kaynaklanan yaralarının iyileşmesi için hastanedeyken Kızıl Kmer’ler tarafından öldürüldüğü haberini almıştı. 1984’te mektubunu alıncaya kadar bu onun hakkında duyduğumuz son şeydi. Aynı zamanda tek kız kardeşim Malennie’nin de hayatta ve iyi olduğunu öğrendim. Her ikisi de evlenmişti ve üçer çocukları vardı. Hem Larony hem de Malennie aile ile birlikte değillerdi, bu nedenle hayatta kalmayı başarmışlardı. Aileleriyle birlikte toplamda on kişi Ocak 1979’da Vietnam’ın Kamboçya’yı işgalinden sonra Tayland’a geçmişlerdi. Ocak 1989’da beş yıllık mücadelenin sonunda nihayet Tayland’daki mülteci kampından Amerika’ya geçişlerine izin verildi. Bu Göçmenlik ve Vatandaşlık Servisi ile Uzun bir mücadeleden sonra mümkün olabildi. Oregon’a vardıklarında aile on kişiden on iki kişiye genişlemişti. Her iki ailenin de Amerika’ya geçişlerinden birkaç hafta önce kampta dünyaya gelmiş yeni bebekleri vardı. Şimdi hepsi iyiler ve Oregon’da yaşıyorlar. Yıllarca süren ayrılık ve yalnızlıktan sonra bu iç yakan ve duygusal bir kavuşma oldu. Abim Larony’i en son 1973’te görmüştüm. Kız kardeşim Malennie'yi ise Nisan 1975’te Kızıl Kmer’lerin gelişinden hemen sonra. Ailelerini 1989 yılında Portland Havaalanı’na gelişlerine kadar hiç görmemiştim. Ailemin geri kalanını ve hayatımı kaybetmediğim için çok şanslıyım.

Şubat 1992’de dört hafta için ilk defa Kamboçya’ya geri döndüm. Önce Phnom Penh’e vardım ve sonra memleketim olan Siem Reap’e geçtim. Herhangi bir başka geziden daha farklıydı. Evime en son ayak basmamdan bu yana 17 yıldan fazla olmuştu. Kamboçya‘yı son görüşümden, duyuşumdan, koklayışımdan ve tadışımdan bu yana ise 14 yıl geçmişti. Bu son derece duygusal bir buluşma, diğer yandansa neredeyse dayanılmazdı. Acı ve öfke bir kez daha travmatik belleğime geri dönmüştü. Ancak şimdi gördüğüm Kamboçya’nın benden daha travmalı olduğunu hissettim. İnsanların yaşamı hala canlı olarak hatırladığım Kızıl Kmer’ler zamanından daha iyiydi fakat halen askıda ve bekliyorlardı. Hepimiz kalıcı bir barış için tüm tarafları kapsayacak bir terapi gerektiği konusunda hem fikirdik. Bir insanın affedebileceğini uzun zaman önce öğrendim fakat asla unutamaz. Devam etmeliyiz. Hayat devam ediyor ve affetmek hayatın anahtarı. Ayrıca intikam almanın acımı ve kızgınlığımı karşılamayacağını da anladım. Bunun yerine bana duygusal ve fiziksel zarar veren bu insanları affettim. Katil Kızıl Kmerleri affedinceye kadar asla huzur içinde olamadım. Garip bir şekilde onlara beni bugün olduğum “güçlü adam” yaptıkları için teşekkür etmeliyim.

Ülkeme geri dönmek için uzun zaman bekledim. Gördüğümse oldukça üzücü durumda bir ülkeydi. Kamboçya yıllardan beri süren savaş ve dış müdahalelerle harap edilmiş halde. Amerika’nın ekonomik amborgosu, Çin’in yıkıcı askeri silahları, eski Sovyetler Birliği ve Vietnam... İnsanlar hayatlarını yaşamak için kalıcı olarak yerleşmek yerine idareten konaklıyorlar. Bu üzüntü veren bir manzara. Bununla birlikte insanlar tekrar birarada yaşayabilmek için de ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Dünyanın geri kalanından en az 20 yıl geride olan insanlar için bu oldukça büyük bir savaş.

Kamboçya’ya dönüş yolculuğum bana yeni bir bakış açısı ve hayatımda ulaşmak için çabalayacağım yeni bir amaç verdi; ülkemin yeniden inşasına yardım etmek. Kendimi sıkıntı ve tehlikeye rağmen yenilenme dürtüsü çok güçlü olan somon balığı gibi hissediyorum, bu hayatındaki öncelikli hedefi olabilir.  Ben de bugün Kamboçya‘nın gerçek gücüne ulaşması için canlanması ve yeniden inşasına yardım etmek için hayattayım.



Şimdi kapılar yavaş yavaş açılıyor ama bekleme oyunu da halen devam ediyor.  İki kültür arasında kalmış biri olduğumu hissediyorum. Ne tamamen Amerikalı ne de tamamen Kamboçyalıyım. Tabii ki Amerika’da oldukça başarılı oldum ve buraya uyum sağladım. Fakat eve dönme özlemi her zaman içimi doldurmuştu. Sonunda Kamboçya‘yı gördüm ama bu kültür ve yaşam tarzı ile yapabilir miydim emin değilim. Yine de denemeye hazırım, çünkü artık orada hiçbir şeyim kalmamış olsa da Kamboçya her zaman benim evim olmaya devam edecek. Kamboçya hakkında böyle hissediyorum ve bu nedenle iyileşme sürecine yardım etmek benim için çok önemli. Bu yalnızca Kamboçya için değil aynı zamanda kendim için de. Sonuçta ben de halen duygusal yaralarıyla yürümeye çalışan, iyileşmeye ihtiyacı olan biriyim."

Meltem Bilir / 27.06.2016

*Ranachith (Ronnie) Yimsut’un anlatısından çevrilmiştir.


Daha fazlası için;

Enemies of the People 


Tyrants and Dictators - Pol Pot (MILITARY HISTORY DOCUMENTARY)

Yorumlar

Popüler Yayınlar