HAYALLERİMİZİ SATMADIK YA!

“Umut fakirin ekmeğidir” derdi bir arkadaşım. Hiçbir zaman bu sözün umut etmeye olumlu mu olumsuz mu anlam yüklediğini çözemedim. Bir yandan umut etmek için bir beklentinizin olması ya da hayatınızda doldurulmasını istediğiniz bir boşluğun olması gerekiyor. Belki de çok mutlusunuz, hayatınız muhteşem, her şeyiniz tam ama bunu kaybeder miyim diye korkuyorsunuz ve korktuğunuzun başınıza gelmemesini umut ediyorsunuz. Diğer yandan umut etmek o kadar kıymetli, ekmek su kadar hayati ki “fakirin ekmeği” ve o nedenle üzerine onlarca film yapılıp şarkılar söyleniyor, kitaplar yazılıyor ve bir şeyler umut edebilmek için filmler izleniyor, şarkılar dinleniyor, kitaplar okunuyor…
Aslında konumuz hayaller ama hayal kurmak ile umut etmek kardeş diye böyle bir giriş oldu. Onlarınki öyle bir kardeşlik ki bazen birbirlerini kör kuyulara gömerler bazen gökyüzünde bulutların üstünde birlikte arsa seçerler. Hayaller büyük kardeş gibi önden yürür, belki gerçek olur umudu hep ardı sıra takipte.
Geçtiğimiz iki yıl boyunca Avrupa şehirlerinde gezerken (beyaz yakalı olmak bazen güzeldir) şunu düşünmüştüm, çocukluk hayallerim gerçek oluyor! Tam bir aydınlanma hali, oysa yıllar önce Avrupa şehirlerini gezmek, dünyayı dolaşmak sadece bir hayaldi. Sonra aslında yıllarca bu hayalin gerçek olmasını umut ettiğimi hatta seçtiğim işin bile bu hayali gerçekleştirebilmek için farkında olmadan girdiğim bir yol olduğunu fark ettim. Öğretmen okulu mezunu olup üniversitede eğitim fakültesi kazanamamak için çabalamam da bunun içindi. İlahi anlamlar çıkarmamanız için yeterince çalıştığımı da bir not olarak düşeyim. Gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm hayallerimi aklımın bir kenarına atmıştım ama o kenarda sürekli kıvranıp durmuştu. Yıllar önce ulaşılmazdı ama diğer yandan da bütün yollar oraya çıktı…
Şaşkınlık anlarında karışan ve saçmalamaya başlayan beynimin kıvrımlarından dolanan bu yol ise şuraya çıkıyor. Bir ofis çalışanı olarak herkes gibi ben de birçok zaman “yetti böyle yaşamak, daha da durmam” noktasına gelip, bazen sinir krizleri geçirip beş dakika sigara molası verip sonra çok sevgili excel dosyalarıma geri dönüp çalışmaya devam ettim. Tek eksiğim Ege’de bir sahil kasabasına yerleşip, huzurlu bir hayat hayal etmemiş olmam. Pastoral hayat bir adama aşık olmak gibi erişilmez olduğunda üç beş günlük kaçamaklarda bilemedin on-on beş günlük tatillerde güzel benim için, bir nevi heyecan arayışı. Bunu utanmadan yazmak çok zor ama ben tam bir şehir insanıyım ve olduğum birçok şey gibi bundan da utanmıyorum. Kaos beyin hücrelerimi öldürüyor olabilir ama ruhumu zenginleştirdiği sürece buna bir itirazım yok, tabii beş yıl sonra pörsümüş bedenime bakıp fikir değiştirebilirim, o nedenle bu yazdıklarımdan cayma hakkını gizli tutalım.
Ege’nin o meçhul kasabasına yerleşip, butik otel, kafe, boncukçu dükkanı açma hayalleri kurmadım ama her zaman pek plana programa girmeden kendim bir iş yapsam ne yaparım düşüncesi döndü durdu. Çeşitli restaurant, kafe zincirlerinin bir halkası olmak, köfteci açmak, fast food çorbacı gibi dahiyane fikirleri tartışırken eksik olan bir şeyler vardı. Öncelikle ticari zeka ve girişimcilik ruhu yok ben de, sonra olmayan sermayemi riske atmayı kaldırabilecek güçte bir kalbim de yok bir de başarısızlıkla kol kola yürüyebilecek ferahlıkta bir insan değilim. Aramızda kalsın iş görüşmelerinde bunların tam tersini söylüyorum. Yıllarca şimdi bu engeli aş, şimdi on metre sıçra seneye on beş sıçrarsın, yılsonunda bir sınav yaparız geçersen geçersin, ayyy büyüdün mü sen o zaman performans değerlendirmelerimiz var sana göre, büyüdüm diye yayma çok çalış sen gene kafasıyla şartlanınca “başarısızlık” ihtimali uykularınızı kaçırabilir, adımlarınızı geri aldırabilir.
Ama durmadım, 28 yaşında daha emekli olmak için 28 yılım olduğunu görüp, yaşadığım 28 yılın bir kısmının bebeklik, çocukluk, okul derken goygoy ile geçtiğinin ama önümüzdeki 28 yılın hiç de böyle olmayacağının farkına vardıktan sonra duramadım. Kadıköy’de yakın zamanda çok kafe açıldı, bir kafe kaça mal olur, prosedürü nedir, nereye nasıl konsept uygun düşer araştırmasına girdim ve çabucak da çıktım. Ruhta olmayınca, zorlama güzelim kalır o hep başka bahara…
Zaten rasyonel günümde bana denk gelip sorsanız (romantik günümde tamamen farklı olabilir, hangi ana denk geldiği önemli, yay burcu olduğumu söylemiş miydim?) size olmayacak hayallerin peşinden gitmenin hayatınızı bir belirsizliğe sürükleyeceğini, sonunu bilmediğiniz bu seçimin sizi mutsuz edebileceğini falan söylerim. Sonuçta filmlerde karşımıza çıkan “hayallerinin peşinden koşan insan” kardeşiniz olsaydı her başı derde girdiğinde tepenize çöktüğü için hiç sempatik bulmayacaktınız, çocuğunuz olsa sorumsuzlukla suçlayıp evlatlıktan reddetme noktasına gelecektiniz. En fenası anne ya da babanız olsa çocukluğuna defalarca inilmiş fakat ebeveynin hayallerinin yarattığı enkazı kaldırma çalışmaları bir türlü tamamlanamamış bir insan olurdunuz.
İşte benim bu rasyonel yanım konforuna düşkün beyaz yakalının hayallere, hayal kurmaya, umut etmeye bakışının azıcık süzgeçten geçirilmiş hali. Aslında eğitimlerde yaratıcılığı güçlendirdiği için hayal kurmanın öneminden bahsedilir ama bu pratikte hemen unutmanız gereken bir bölümdür. Zaten herkes için de değildir, hani kendinizde Steve Jobs vizyonu görüyorsanız tabii ki hayaller kurun, disiplini elden bırakmadan çalışın ve büyük şirketlerin sahibi olun ama bir zahmet küçük işletmeler, tutup tutmayacağı belli olmayan hayaller için mis gibi sigortalı, her ay düzenli maaşı yatan, yemek ve servis şirketten, ayda üç beş gün mesaili rahat işinizi bırakmayın. Herkes işini tutup tutmayacağı belli olmayan hayalleri için bırakmaya kalksa dünyada çalışacak insan kalmaz, tabii hayal kurmayın demiyor kimse size, hobi olarak gene kurun. (şu son cümlede biraz iğrendim kendimden)
Son dönemde dünyayı gezme hayallerine yenileri eklendi. İlki Avrupa’da yaşamak, bunu hayal etmek için birçok somut nedenim var. Diğeri şu blogu yazmak için gerekli olan internetin, yazarken içtiğim suyun, bu soğuk kış gününde ellerim buz tutmadan yazabilmek için gerekli doğalgazın, ışıksız nereye yazıyorum elektriğin, en önemlisi sokakta yazmıyoruz herhalde kiranın, yazacak şey bulabilmek için gezip tozmanın, yiyip içmenin parasını sevdiğim bir işi yaparak kazanabilmek. Burada sevdiğim iş kısmı çok kritik, her sevdiğiniz şey “iş” olamıyor. Mesela müzik en sevdiğim şeylerden biridir, hayatımın her anında melodiler vardır ama konu icraata gelince bazı denemelerim olmasına rağmen blog flütten öteye geçemedim. Mutfak becerilerim fena değildir, biraz da eğitimle teknik eklersek bu iş olabilir ama sıkıntı şu çok seviyorum yemeyi, biraz fazla seviyorum. Liste uzar gider mevzu şuraya bağlanır sevdiğim işe adım atabilmek için ya yetenek ya da öğrenilebilir bir şey olması gerekiyor. Yoksa kuru kuru sevgiden bir iş çıkmıyor. Ya da belki çıkıyordur, kesin bunun için bir bilimsel araştırma da vardır ama hiç kurcalamayalım. Bahsettiğimiz karakter otuzlu yaşlarında ofis hayatından bezmiş, cinyıs (genius)olsaydı şimdiye çoktan parlayacak ortalama bir insan.
Peki ben ne yaptım, dört beş ay kendimi işe yaramaz hissettim. Çünkü bu beceriler konusu ben de bir karşılık bulamadı, yani ben kendimde o karşılığı bulamadım, tam depresyon nedeniydi ben de depresyona giriverdim. Şöyle diyordum kendi kendime “ben bu exceli (bu excele son vuruşum) hak etmişim zaten, istesem de yapabileceğim başka bir şey yokmuş”. Eee excel de sonuçta satırı sütunu, sonu belli bir araç onunla ne hayal edebilirsiniz ki…
Aslında toplum içinde sözü geçen tek bir becerim vardır, dikiş dikerim, çantalar yaparım. Fakat efendim taşradan gelmiş ben için bu bir meziyet değildir. Çünkü her ev kadını anne teyze yamacında büyümüş, beş çaylarında akşam yemeği için kavrulan salçanın kokusunu duymuş, dedikodulara kulak kabartmış genç kadına bunlar öğretilir. Tamam okuyorsun ama bir zararı olmaz “sen bil ama istersen yapma” notası anne, teyze ve diğer yakın akrabaların yanında kaç komşu kadından kaç dış kapının mandalından duyulmuştur. Dolayısıyla dikiş dikmek, örgü örmek beceri gerektirmez, ilgi ve pratiktir önemli olan. Sorsanız bu durumu halen kabullenebilmiş değilim ama alıştım diyelim, hiç yeteneksizlikten iyidir.
Alışınca bir sonraki adıma geçmek daha kolay oluyor. Taşrada (hastasıyım bu kelimenin, köy kasaba değil taşra olunca daha bohem oluyor) değersiz olanın şehirde kazandığı değer inanılmaz. Bu el yapımı birçok şey için de geçerli, aslında müşterisi de çok uzakta değil sen yaparsın yan masada oturan Pelin Hanımgiller talip olur. Sonuç itibariyle şansımı deneyeyim, ne de olsa ya beceremezsem kaygılarına düşmek için bir nedenim de yok, zaten işsizim daha ne olsun, en kötü arkadaşlara hediye ederim diye kendimi ikna ettim. Projemiz çok basit, belli bir konsept çerçevesinde bez çanta yapıyorum, internet üzerinden satıyorum. Baktım çok tuttu, kapış kapış gidiyor, Rihanna, Madonna sırada bekliyor ama ben Bay Başkan bir çanta için askerlerini İstanbul’a yollamasın diye önceliği Michelle Obama’ya vermişim o zaman bir web sitesi açarız. Henüz tamamlanmış bir çanta ya da satış için attığım bir adım yok ama hayal etmek böyle bir şey zaten.
Dünya üzerindeki varlığınıza nasıl bir önem verirsiniz bilmiyorum ama dünya 4,6 milyar yaşındayken insan evladının yüz yaşına gelmesi haber değeri taşıyor. Bazı şeyleri dert ettiğimde sürekli bunu hatırlatıyorum kendime. Diğer yandan her insan kendi dünyasının merkezi, buradan bakılınca en değerli sizsiniz, en önemli olan sizin hayatınız. En iyisi siz zamana pek aldırmadan bol bol hayaller kurun, hem şirket toplantıları bunun için en güzel ortamı sunar. Kim bilir belki bir gün her şeyi bırakıp peşinden koşulacak bir hayal tutar elinizden. (15.12.2013)

Yorumlar

Popüler Yayınlar